Osmanlı Sanatı ve Mimarisinde Estetik ve Duyarlık*
Jale Nejdet Erzen


 ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Jale Nejdet Erzen'in bu yazısı, Journal of Islamic Studies dergisinin birinci sayısında 1987 yılında İngilizce olarak yayımlanmıştır.

Sanayileşme sonrası dünyasının dışında kalan kültürlerin estetik yönden değerlendirilmesi, bu dünyaya ait kavramların ve düşünce tarzlarının bu kültürlere uygulanabilir olup olmadığı sorusuna bir antika verilmesini gerektirir. Antika gibi görünen yapı bozumculuk (dekonstrüktivism) kadar çoğulcu değerler de yüksek teknolojinin yan ürünleri ve ona gösterilen tepkilerdir. İslamcı olsun olmasın, üçüncü dünya dediğimiz dünya, belki de siyasal ya da ekonomik tehdide bir antika olarak veya sadece halihazırdaki geriye dönüşü olmayan değişiklikler karşısında bir toparlanma gereksinmesi olarak kendi kavramsal çatısını, kendine ait birleştirici ölçütleri arıyor.

Batı'nın dışında az sayıda kültür, kendi sanatına ait kavramsal çatıları ve çözümlemeleri üretmiştir. Bu yüzden, Batı dışındaki geçmiş ya da çağdaş kültürlerin estetikleri üzerine kavramlar üretmek her zaman sorun olmuştur. Çözümleme ve eleştirinin kendisi Batı'nın ürünleri -sırasıyla klasik ve modern düşüncenin ürünleri- olduğu için sanat ve estetik yaşantı üzerine kavram üretme yöntemi de de facto bir Batı ürünüdür. Ayrıca, kavramlar ve çözümleme yöntemleri, özgül tarihsel bağlamla ilişkili olduğundan, bu bağlamların dışında nasıl doğru bir biçimde kullanılabilir?

Felsefe ve mantık, yine de, kültürel sınırlar dışında düşünme olanağını gerektirir. Gerçekten de, estetik kuramları, nesnelerinden zaman ve değer yönünden uzak olsun ya da olmasın, daima saydamlığa ya da saydam görünüşe ulaşmaya çalışır, ama ortaya koydukları şey, sıradan bir yeni yapı olur çoğu kez. Geçmiş bir yaşantının izlerini sürerken bizim buradaki amacımız, bütünüyle farklı olamaz - aslında, amacımız geçmiş bir kültürü, gittikçe hızlanan bir değişim ve muhalefet karşısında daha az geçici gösterecek bir anımsamayı harekete geçirmektir.

Doğu düşüncesi geleneğine uygun olarak, kültürel sınırlar ötesinde yaşantıların ve anlayışların olabileceğine inanıyorum. Yapıların ve imgelerin arkeolojisi yoluyla, dikkatimizi yönelteceğimiz şeyler bunlardır; aynı zamanda 16. yüzyıl klasik Osmanlı resminin ve mimarisinin duyarlığı'nı (aisthesis) yeniden ele geçirmeyi umuyorum.

Sanat üzerine konuşmak Osmanlılar için bir sanattı, genellikle şiir biçiminde yapılırdı, ama düzyazı biçiminde olursa, anıştırmalı ve eğretilemeli bir düzyazıyla yapılırdı. Osmanlı sanatının ve mimarisinin yazılı bir söylem ortaya çıkaramadığı varsayımını, Osmanlı edebiyatındaki çift anlamları çözebilseydik kolaylıkla çürütebilirdik. Örnekse, saray şairi olan Bâki, denizden göründüğü şekliyle Süleymaniye’nin güzelliğine birçok kez gönderme yapar. Önemli yapılarla ilgili bir dolu söylence edebiyatı vardır. Bu nedenle, zamanın entelektüellerinin önemli sanat yapılarını ve mimariyi bütünüyle görmezden gelmiş olmaları diye bir şey olamaz. Birçoğunun, minyatürlerin ve resimli tarihlerin yapımında olduğu gibi, çoğu kez bânî ve bazen da denetleyici olarak, bu yapıtların doğuş ve gerçekleştirilme aşamasına doğrudan katkıları olmuştur. Bir 16. yüzyıl bürokratı ve entelektüeli olan Mustafa Ali'den, Sinan'ın hamilerinden ve Üsküdar'da küçük bir külliyesi olan Şemsi Paşa'nın evinde edebiyat toplantıları yaptığını öğreniyoruz.1 Bu toplantılarda sanattan ve mimariden konuşulmamış olması olanaksızdır. Ayrıca, Doğu'nun eğretilemeli ve şiir biçiminde konuşma geleneği, Osmanlı sarayında ve edebiyat çevrelerinde çok canlıydı. Sinan'ın Selimiye Camisi üzerine bir monografi olan Selimiye Risalesi'nde bu tür konuşmalara bir gönderme de var.2

Resmin en iyi resimle açıklanabileceği düşüncesi, bir beylik laf olmasıyla, doğruluğundan bir şey yitirmez. Bazen ikincil ve içkin bir eleştiri biçimi olarak uygulanır; çoğu kez, gerçek konuyu aslında daha önceki bir artistik yaşantı olarak düşünen sanatçılara esin gelme biçimidir bu. Osmanlı kültüründe, sanat üzerine düşünme ve konuşmanın doğal yolu daha çok buydu galiba. Dolayısıyla, bu denemenin gidişi içinde daha ayrıntılı bir biçimde anlatılacağı gibi, estetik, daha çok, duyarlığın deneysel düzeyindedir.

16. ve 17. yüzyıl Osmanlı yazılarında, dönemin sanatının kuramsal değerlendirilmesi, varsa bile çok azdır. Bu tür şeyler, çeşitli belge ya da tAntikama metinlerinde dağınık haldedir. Sinan'ın kendi yapıtları üzerine kendisinin yazdırdığı sanılan notları, bu türlü metinlerin örnekleri sayılabilir.3 Gerçekten de, bunlara, bir mimar tarafından ya da bir mimar için yazılmış ilk ve uzun bir süre bir benzeri daha olmayan belgeler olarak bakılabilir. Belki de yazılı bir söyleme doğru ilk adımı işaret ederler - eleştirel ve kavramsal bir literatüre dönüşmemiş olsa da, sanatçıları anonimlikten kurtarıp onlara bir birey ya da yenilikçi olarak güven vermiş olan Rönesans tavrının geniş alanı içinde görülebilecek bir adım.

Sinan'ın, daha sonra Sultan Ahmet Camisi'ni yapmış olan yardımcısı Mehmet Ağa'nın yaşamı ve yapıtları üzerine resmî bir belge olan bir başka metin de, bir mimari tez sayılabilir.4 Hem Sinan'ın hem de Mehmet Ağa'nın metinleri, mimarlığın nasıl görüldüğü ve uygulandığı, mimari kavramında ne tür değerler ve anlamların etkili olduğu konusunda bize iyi bir fikir veriyor, böylece estetik değerlendirmeyle ilgili yaklaşımı ve zihinsel tutumu iletiyor. Bunların dikkati çeken bir özelliği, şiirsel, eğretilemeli ve anlatımcı betimlemelerin öğretici açıklamalarla kendiliğinden karışmasıdır. Daha önceden düşünülmeksizin yapılan ve isteğe göre değişen bu biçimler karışımı, sanatla, kuramsaldan çok deneysel bir ilişkiyi ima ediyor bize. Süleymaniye ve Selimiye camilerinin avluları açıklayıcı örnekler sunuyor. Revak ve avlu arkadlarının, farklı yüksekliklerde köşeler oluşturarak kemerleriyle birleşmesi çoğu kez eleştirilmiştir. Fakat, bu özelliğe bir sorun ya da form hatası olarak yaklaşılmaz da, hem minyatür gibi bir başka görsel sanatta hem de edebiyattaki benzeri çelişkilere ya da paradokslara değer vermiş olan bir kültürel davranışın parçası olarak anlaşılırsa, o zaman, Osmanlı sanatının başarısızlığı olarak değil, bir özelliği olarak değerlendirilebilir.

Metin
Sinan'ın yapıtları üzerine olan metinde, yazarlar, tarihler, hatta Sinan'la ilgisi konusunda belirsizlikler var. Yine de, bunların varlığı mimari söylem bakımından son derece önemli.5 Tümüyle mimariye ayrılmış metinlerin Sinan'la başlaması, mimari çizim ve gerçekleştirme yöntemlerindeki bir değişmenin göstergesi bile olabilir. Cafer Çelebi'nin yazdığı Mehmet Ağa belgesi, müzikle mimari arasındaki yakın akrabalığa işaret ediyor.6 Bu benzeşim izlenimci görülebilirse de, iki sanat dalıyla ilgili kayıtlar ve belgelerde ilginç koşutluklar vardır.

Klasik Türk müziği üzerine 1987'de yayımlanmış olan bir deneme kitabı son zamanlarda müzikte notalamanın ne durumda olduğunu göstermektedir.7 Yazarın ileri sürdüğüne göre, modal sistemlere göre çalınan müzikte notalamanın olmayışı, bir modal sistemden öbürüne geçiş olanağını verdiği gibi, icra ve varyasyon özgürlüğü de sağlamaktadır. Doğaçlamanın olması, betimlemeyi, 'açık-uçlu' bir modal sistemi haklı çıkarıyor. Yazar, müziğin yazılı hale gelmesiyle birlikte, yaratıcı özelliğinin büyük ölçüde kaybolduğunu ileri sürerek devam ediyor yazısına. Buna benzer biçimde, mimarlıkta da, planların ortaya çıkışının, 17. yüzyılın sonlarından başlayarak, Osmanlı mimarisinde daha katı bir stilizasyona yol açıp açmadığına değgin soru ortaya çıkıyor.8 Stilistik normlar ve genelleştirilmiş tipler Sinan'dan sonra yerleşmeye başlamıştır. Bunlar genellikle Sinan'ın geliştirdiği motiflere dayanıyor olsa da, Sinan'ın kendi yapıtı çok yönlü zengin bir yapıttı: Onda ayrıntılar ve özellikler, yapıtın yerine, büyüklüğüne ve önemine göre değişiklik gösterirdi. Kısaca, onun yapıtı da, haklı olarak 'açık-uçlu' bir modal sistem şeklinde tanımlanabilir: çekirdek, ikincil alanlar, revaklar ve avlular için, çevredeki binaların yerleştirilmesi için bazı temel yapısal modeller, bölgedeki özgül uygulamaya antika olarak düzenleniyor ve değiştiriliyordu - yapıt, önceden tasarlanmış biçimsel bir uygulama değildi.

15. ve 16. yüzyılllardan az sayıda mimari çizim kalmış günümüze.9 Dönemle ilgili belgeler, çizimlerin modellerle yan yana yapıldığını gösteriyor. Ayrıca, koleksiyonunun, bu atölyelerin 19. yüzyılda kapatılmasıyla, tümüyle yok edildiğini biliyoruz.10 Bununla birlikte, bu atölyeler, çizimlerin tek kaynağı olamayacağı için, planların ve çizimlerin ender olduğu ve uygulamada, yapı ilerledikçe değiştirmeler yapıldığı, hiçbir zaman önceden tamamlanmış şeyler olmadığı rahatlıkla varsayılabilir. Bu da başkenttekilerle taşradaki uygulamalar arasındaki farklılıkları açıklar. Bir de, iki boyutlu olarak kolayca kopyalanamayacak olan, ayrıntılardaki büyük çeşitliliği, mimari öğeler arasındaki çok-düzeyli ilişkileri açıklar.

Sabit notaların kılavuzluğundan çok belleğe ve denemeyle kazanılan şeylere dayanma, ister müzikte isterse mimarlıkta olsun, canlı icraya verilen önemden kaynaklanan kesin bir estetik tercihi ortaya koyuyor. Osmanlı kültürü, bunun dışında, sözel bir kültür olarak tanımlanamaz. Yazı, oldukça yaygındı ve hatta politik olarak önemli bir rol oynardı.11 Müzikte, kuramsal yazının mimaride olduğundan çok daha fazla geleneğe sahip olduğunu biliyoruz.12 Bu, onun gizemsel bağlantıları yitirmemiş olan matematikle yakın ilişkisi yüzünden olabilir.

Sinan'ın yapıtları üzerine metinlerde, kesin bir saygı hiyerarşisi –önce Allah'a sonra Peygamber'e, daha sonra Sultan'a, atalara ve adına sözler edilen mimara dualar edilir– meşrulaştırma gereksinimini açıkça dile getiriyor. İnsanın yaptığı şey, ne kadar yenilikçi olursa olsun, daha önce Allah tarafından oluşturulmuş ve buyurulmuş bir bağlam içerisinde doğar. İslam metinlerini, Batı metinlerinden ayıran bir özelliktir bu - bütün ifade tarzları üzerinde dinin ve devletin kullandığı yetkeyi gösterir, özellikle de İslam sanatçısının bilincini biçimlendirmiş olan çevre ve dünya görüşünü gösterir. Birçok metin dünyanın yaradılışına yapılan göndermelerle açılır. Tezkiret-ül Bünyan'da dünya 'bir gül bahçesine benzeyen bir dünya sarayı' olarak betimlenir.13 Tabii, bu tür deyişler, görüldüğü gibi resmi biçem kalıplarıdır. Yine de, davranışları biçimlendirmiş olan dünyaya bakıştaki paradigmaları yansıtırlar. Tüm artistik anlatım ve yaratı, zaten güzel ve düzenli olan bir çevreye bir sunu olarak görülürdü, sanatçının en büyük görevi bu düzenli güzelliğe uymaktı.

Bilime ve yönteme değer veren çağdaş göze göre, Sinan'ın yapıtları çoğunlukla sağlamlığı, boyutları, işlevselliği, vb. terimlerle değerlendirilmiş olan büyük yapısal sistemlerdir. Sinan üzerine en son yazılanlar, sistematik ya da değil, en başta bu başarılarla ilgilidir. Şurası kesin, Sinan yapının öneminden habersiz değildi, ama ona göre güzelliğe ulaşmak için, mutlaka teknik bir yol olması gerekiyordu. Kendisi, ya da eski metinlerin yazarları, teknik konulardan başlı başına değerler olarak söz etmezler pek. Selimiye'nin kubbesinde ya da Süleymaniye'nin sağlamlığında olduğu gibi, büyüklük ve sağlamlıktan söz edildiğinde, tarihsel değeri olan niteliklerdir bunlar: birinde tarihsel bir göndermeyi aşma, ötekindeyse geleceğe doğru bir uzanma vardır.

Her türlü sanatsal yapıt ya da önemli insani yaratış, önceden anlamla donatılmış ve düzenlenmiş bir dünyayla ilişkiler ağı içinde kavranırdı. Sanatçının yapıtına en önemli estetik anlamı veren de bu bilinçtir. Uyma ve anlatma sorumluluğunun oyuncu için kaçınılmaz olduğu bir tür sahne bilincine benzetebiliriz bunu. Osmanlı minyatürlerinin ve mimarisinin kompozisyon özelliklerine daha yakından baktığımızda, bu karşılaştırma fazla zoraki görülmeyecektir. Her ikisinde de açıkça bir teatral atmosfer vardır -aşağıda geliştireceğiz bunu- bu da sanatçının dünya görüşüne bağlanabilir: sanatçı, daha önceden düzenlenmiş bir sahnede bir şey yapmak, yaratısını daha önceden kendisine kadar gelmiş olan kusursuz bir düzene uydurmak ve onunla ilişkilendirmek için oradadır. Sultan gibi Allah da, seyrediyordur onu.

Sinan kitapları yazarlarının şair olmaları da başlı başına önemlidir. Bütün metinler, birbirini izleyen düzyazı ve şiirsel metinler şeklinde yazılmıştır. Dilin bu türlü kullanımı, öznesiyle olan özel bir ilişki biçimini gösterir. E. Havelock'ın da gösterdiği gibi, şiirsel anlatım mimesis'e (benzetme-taklit) bir çağrıdır, hesaplı düşünmeye karşı çıkar.14 Ritim ve uyak yoluyla, dize, okunan şeyi işitme duyusuna iletir, o zaman deney, kavramların araya girmesi ve soyutlaması olmaksızın dolaysızlığını yitirmez. İlişkisel yaklaşımda şeyler, farklı bağlamlarda farklı biçimde kavranır, katı varlıklar olarak sabitleşmiş değildir. Şeyler, bakılışlarına göre görünümlerini değiştirebilir, Osmanlı kültüründeki görsel sanatlar için özellikle önemli bir niteliktir bu, bir zenginlik işareti olarak değerlendirilir. Mimar Mehmet Ağa'nın Risale-i Mimariyyesi'nde Cafer Çelebi şunları yazıyor:
"...bir köşeden bakıldığında bir tür şekil ve yuvarlak çemberler görürsünüz, aynı yere bir başka köşeden baktığınızda başka tipten bir betimleme gösterecek resimler ve şekiller oluşur. Bakış noktası değiştikçe, buna uygun olarak şekiller de başka imgelere dönüşür."15

Şiirsel mizaç hep şeyler arasında yeni ilişkiler arar ve yaratır. Dünyayı, üzerine eğretilemelerini dayandırdığı bir benzerlikler ülkesi olarak görür. Dünyadaki bu birbirine benzerlik, öğelerin birbirine bağımlı olduğu ve seçilen ilişkiye göre uyum değişikliği gösterdiği bir biçime doğru yönelir. Bunun, hem minyatürlerde hem de mimarideki temel tasarım ilkelerinden birini oluşturduğunu ilerde göreceğiz.

Mimariye bir tür uzamsal şiir olarak bakılırdı. Sinan metinlerinden aldığımız aşağıdaki pasajın da gösterdiği gibi, mimarinin nitelikleri doğadaki güzelliklerin taklidi olarak görülürdü:
"Caminin kubbeleri açık denizin üstünü süsleyen dalgalar gibiydi. Büyük kubbeler gökyüzüne altınla çizilmiş bir resme benziyordu. ...Onun renkli ve süslü camları, Baş Meleğin kanatları gibi her ışıkta renk değiştiriyor, an be an bahar bahçelerinin güzelliğini sunuyordu. Gökkuşağının renkleriyle donatılmış olan bu camlar, güneş ışınlarıyla değişen bukalemunun renkleri gibi hayran bırakıyordu herkesi."16

"Bu büyük yapıda bütün sanatlar birbiriyle uyum içinde uygulanmıştı."17 Demek ki, sanatlar, her biri dikkati öbürüne çekerek ve birbirini çoğaltarak eşzamanlı olarak uygulanmıştı. Genel amaç, bir sevinç atmosferi yaratmaktı: "Caminin sevimli iç duvarları insanın neşesini artıran eğlence yerlerine benziyordu." 18 Sinan'ın yapıtları üzerine belgeler ile Mehmet Ağa Risalesi anlatı biçiminde yazılmıştır. Allah'a, Peygamber'e ve Sultan'a övgülerle başlayan, daha sonra araya sokulmuş şiirsel parçalarla mimarın hayatını anlatan birbirinin aynı bir düzen izlerler. Binaların betimlemeleri daha sonra gelir, yapılmalarına ait öyküler, kişisel sorunlara, kıskançlıklara, meydan okumalara dair öyküler, kimi zaman araya mimari ile ilgili öğretici pasajlar sokularak anlatılır. Son metin genelikle mimarın başarılarını belgeler, onu bir kahraman olarak kutlar. Sinan metinlerinde biz genellikle Sinan'ı, gelecek kuşaklarca anımsanma ve takdir edilme arzusunu dile getirir görürüz.

Anlatı birçok yönden önemlidir. Önce, kahramanı kültürün söylencesel tarihi figürleri arasına koyar, aynı zamanda onu, okuru da içine alan teklifsiz bir günlük ilişki içinde daha yakına getirir. Anlatıcı metin, yaşamı; apaçık bir ardıllığı, bir başlangıcı ve sonu olan, anlaşılabilir, özlü bir şey olarak sunar - kısacası, yaşamı bir yapma-etme olarak sunar. Barthes'ın da dediği gibi, günlük yaşamın temsilleri ve ayrıntıları 'gerçekliğin sanrısal tadı'dır (bir zamanlar var olan maddiliği). "Ayrıntı'yı, içinde kolayca yer alabildiğim küçücük özel sahneyi çağıran da düşlemin kendisi değil midir?"19

Yani, anlatı mimariyle ve onun yaratılış hikâyesiyle olan deneysel ilişkiyi unutmaz. Mimarinin niteliklerini, biçimsel betimlemenin yapamayacağı bir şekilde açık ve hayal edilebilir bir hale koyar. Anlatı aynı zamanda bir meşrulaştırma yoludur. Lyotard'ın savoir narrative'i buraya uygun düşer: Bütün bilgi, bu düzeyde bir yakın ilişkide toplumca kabul edilebilir hale gelir.20

Müzik olarak mimari, Mehmet Ağa Risalesi'nde rastladığımız bir izlektir. "Önce, bize Ağa Hazretleri'nin müzik bilgisine çok meraklı olduğunu söylediniz. Şimdi de onun onurlu camisinde bütün müzik bilimini görüyoruz. Bu onurla yapıya baktığımda, on iki cins mermer gördüm, adamlarından bazıları kazmayı 'yab-yab' sesleriyle vuruyordu, bu sesin perdesi bir müzik notası gibiydi... Dört perde gördüm orada. Bu on iki cins mermer de kesinlikle önceden kararlaştırılmıştı. Daha sonra parlatılmıştı. Her birinde farklı türden bir ses ve yankı vardı. 24 kompozisyonu (makam) bunlarda gördüm. Anlatmakta olduğum bu biçem, müzik biliminin biçiminden başka bir şey midir?"

Metin olarak mimari, Sinan'ın Selimiye Camisi üzerine yazılmış Selimiye Risalesi'nin ana izleğini oluşturan bir fikirdir.Kitap, yapıyı diyaloglar yoluyla anlama ve yorumlama girişimidir: Fakat bütün yaşamını bir âşık gibi binanın incelenmesine adamış olan adamın hikâyesi konuyu apaçık duruma getiriyor. Metin olarak mimari Osmanlı kültürünün sanata ve mimariye karşı kesin tutumunu, yani onun deneysel niteliğe verdiği önemi dile getiriyor. Mimari, nitelikleri sabit değil, zaman içinde ve yönelime göre değişen, bir icra sanatıdır.

Bu tutum aynı şekilde müzikle, şiirle, anlatıyla ve tiyatroyla ilişkilendirilebilir; bir biçim niteliği olarak da çözümlemeye çalışacağız bunu.

Resim
Metinlerle ortaya konan göstergelerin, minyatürlerin betimleme, dekor ve biçimsel niteliklerinde karşılıkları vardır. Süleyman'ın yaşamının resimli bir hikâyesi olan Süleymannâme, 16. yüzyıl Osmanlı resim sanatının resimsel dilini anlamak için incelenebilecek en güzel örneklerden biridir.21 69 resmin yapımından birçok ressam sorumlu olsa da, bazı ortak izler bulunabilir. Resimlerin, seyreden kişiye kendilerini öyle bir sunuşları vardır ki, Avrupa resimlerinden apayrı bir şeydir bu. Başlı başına bir yakınlık yolu da olsa, yalnızca büyüklüğe bağlı bir şey değildir bu.

Çoğu minyatür 15x25 cm. boyutlarında, figürlerse genellikle 4-5 cm.'den büyük değil, bakanı doğrudan resimsel alana çekiyor ve aradaki mesafeyi ortadan kaldırıyor. Resim, derinlik ve mesafe ortadan kalksın diye dikey olarak yükseltilmiş bir sahneye benziyor, bu da bakanla sahne arasında, bütün noktalarda dolaysız bir ilişki yaratıyor. Alanla oynamanın bakan için ardışık bir okuma ve hiyerarşik bir yönelim yarattığı Batı resminin aksine, minyatürlerde düzen, olay ve yerleştirme yoluyla, renk ve şekil vurgularıyla kurulur. Burada deneysel mesafe anlamında her noktada eşit olan bir alandan söz edebiliriz.

İmge kavramı, üç boyutlu bir yanılsama değildir, iki boyutludur. Figürlerin bir merkez çevresinde dönen radyal bir komposizyona göre bağıntısal yönelimi, onların olaydaki konumlarını belirler. Bir merkez çevresinde ortakmerkezli bir dönüş düzenlemesinde bu tür yaratı, 16. yüzyıl Osmanlı mimarisindeki alanların düzenlenmesinden farklı değildir. Daha bir yakın düzeyde, figürler arasındaki düzen, onların hareketleri, jestlerinin yönleri ve bakışlarıyla belirlenir. Figürün karakteri, insan ya da hayvanla sınırlı değildir, bitkiler, bulutlar ve manzara için de geçerlidir bu: Her birinin bir jesti vardır, her birinin bir havası ve ifadesi vardır. Figüratif nitelik, jeste ait nitelik, resimlere eklenmiş yazı tipinde de hissedilebilir.22

İster yeri isterse göğü betimlesin, manzara hiçbir zaman düz bir yüzey değildir, gökyüzündeki dalgalı bulutlar ya da yerden fırlayıp çıkmış çalılıklar gibi açılmış çok sayıda göz, seyreder, hafifçe dönüşleri ya da bükülmeleri yoluyla her şey birbiriyle sessiz bir diyalog içindedir. Her şey en ince bir dikkatle çizilmiş de olsa, her saniye yakalanıp sonsuza kadar durdurulmuş da olsa, sahnenin bütünü ya jestlerle ya da (en dural sahnelerde) ışık/gölge ve şekil kontrastlarıyla yaratılmış devamlı bir hareket halindedir.

Çerçeve de nerdeyse rastlantısaldır, olay genellikle figürlerin yerleştirilmesiyle kendi çerçevesini kendisi yaratır. Çoğu kez dışarıya uzanmış, ilerdeki devamlılığı gösteren bir öğe tarafından kesilir. Bizler, bir pencereden göze çarpan bir sahnenin seyircisi değilizdir, tersine, farkında olmadan yakalanmışızdır sahneye, beklenmeyen bir yön, renk ya da hareket değişikliğiyle ya da şaşırtıcı bir ayrıntıyla onun içine itilmişizdir. İki boyutluluk düz yüzeylerin bir düzenlemesi değildir: her yüzey, iç ışıkla ve ona hayat veren bireysel örnekle ışın saçar etrafa. Renkler, günün olduğu kadar hikâyenin havasını da yansıtır. Çizgiler, birbirinin içine doğru, birbirinin çevresinde hareket eden şekillerin birleşmesiyle kaybolur. Farklı öğeler arasındaki benzerlik, model, renk ya da dizilme yoluyla açığa çıkar.

Anlatı, zarif ve açık ayrıntılar halinde, savaş, eğlence, saray, av, meclis, ödül ve cezalandırma gibi temel izleklerle uğraşır. Bunlar, sanki her şey bir oyunmuş gibi, her karakter bu oyunda bir rol oynuyormuş, doğanın kendisi de bir kişilikmiş gibi neşe içinde iletilir. Tören ve doğruluk duygusu resmin içine teklifsizce çekilmiş olan seyircinin gözü için bir şölen olur.
Metin, resim ve mimari arasındaki benzerlikler öncelikle, teatral olanla, merkezi bir düzende bir sıralama içinde bütünleşmiş şaşırtma, zıtlık ve aşinalık nitelikleriyle ilişkilidir.

Minyatürlerde, mimari bir bilmece tarzında çizilir. İç taraf ve dış taraf tersine çevrilebilir ya da aslında Osmanlı mimarisinde olduğu gibi iç ve dış bütünleşmiştir - bir cephe, yer olabilir ya da bir çadır, manzaranın bir yansısı olabilir.

Diyebiliriz ki, klasik Türk müziğinin 'açık uçlu' modal sistemi için geçerli olan şey minyatürler için de geçerlidir. Her durumda yeni bir değişiklikle, farklı renklerle, ruh halleriyle ve her biri farklı bir olayın çevresinde toplanmış karakterlerle verilen üç ana tip kompozisyon vardır. Bu, karşısında şaşırmanın daha etkili, anlayışın ise daha içten olabildiği inandırıcı bir aşinalığı mümkün kılar.

Mimari
Figürlerin ve şekillerin, renklerin ve örneklerin, minyatürlerin yüzeyinde ağ gibi örülüşlerinde o kadar canlı olan tasarım duyusu, mimarinin fizikselliğinde zaman ve uzam boyutlarını kazanır. Osmanlı törenselliği ve edeb'i, büyük külliyelerde kent ölçeğinde sahnelenir, fakat (görüş ve yaşantı yakınlığı sağlamak için), Antikasal olanı insanileştiren saydamlıklar, şaşırtmacalar, ince ayrıntılar ve zıtlıklar yoluyla yapılır bu.

Bugün, bu mimariyi temelde kentin geri kalan kısmından bir kitleler ve hacimler, uzamlar ve planlar düzenlemesi olarak görüyoruz. Onun estetiğine boş bir sahnedeki biçim ve yapı olarak yaklaşıyoruz. Günümüz dinsel amaçları için kullanıldığında bile, bugün canlandırılan şey, sahneye biçim vermiş olan, zamanındaki olaylar tiyatrosundan çok uzaktır. Kaybolmuş bir zamanın toplum-çevre etkileşmesini onun mimarideki temsilinde bulabilmek mümkün müdür?

Tekrarlayan izlekler, hem biçim hem de içerik olarak, yapıların yer, büyüklük ve amacına göre bireysel değişikliklerle ortaya çıkıyor gibi görünür. İslamiyet, Osmanlı devletinin en önemli birleştirici, toplumsallaştırıcı ve siyasallaştırıcı etmeni olduğu için, onun mimarisi de kendi değerleri çevresinde oluşmuştur. Cami ve ona bağlı yapılar toplumsal-dinsel külliyeler 16. yüzyıl Osmanlı kültürünün, özellikle de Süleyman döneminin mimari modelidir. Onun başkahramanı olan Mimar Sinan, bütün bireyleri ve kentsel yöntemleri bir estetik ilişkiler ağı içinde birleştirecek olan bir biçem ve anlatım yaratmıştır.23

16. yüzyıl Osmanlı camileri, biçim olarak, binanın ikincil yardımcı alanlar yapılarıyla çevrili merkezini oluşturan kübik, altıgen ya da sekizgen sayvanlar teması üzerine değişikliklerdir. Kubbe, biçim veren ve yapıyı belirleyen, çok değişkenli bir sistem olarak uygulanan tek öğedir. Tonozlar ya da düz çatılar gibi başka tipten örtücü elemanlar kullanıldığı zaman bile, ana kubbeyi daha iyi ortaya koymak içindir bu. En içteki merkezden dinsel alanla çevresi arasındaki geçiş kuşağına doğru düzenlenmiş çekirdeğin ve çevreleyen alanların kubbe sistemi, Osmanlılar için bu dünyaya ve öteki dünyaya ait düzen ve yönlenme kavramlarını yansıtır. Bu bakımdan, dinî külliye, doğru yaşamda üzerinde önemle durulması gereken değerleri ve izlekleri simgeleyen bir dünya modelidir.

Bir yandan, külliye ideal İslam kentini, Madîna-i Fâzıla'yı simgeler. Dünyasal özellikler ve gereksinmeler için, hastaneler, okullar, yüksekokullar, hamamlar, hanlar, kervansaraylar, yoksullara parasız yemek verecek mutfaklar, dükkânlar ve bedestenler gibi kurumları içerir. Bunlar, ticari etkinlikler ve ahırlar dış çerçevede yer almak üzere, tinsel önemlerine göre sırayla cami çevresinde düzenlenir. Öte yandan, evrensel ve temel anlamlar caminin kendisinde toplanır: Kuzey avlu etkin yaşamı simgeler; caminin içi tinsel alanı simgeler ve insanı hem Allah'ın hem de Sultan'ın kAntikaı olan koruyucu kubbe altında kutsal olana yükseltir; güneydeki mezarlık ölülerin bahçesidir.

Süleymaniye Külliyesi, Sultan'ın yapısı olarak, başkentin tinsel ve entelektüel merkezi görevini görürdü. Çevre koşulların uydurulması yönünden, tepeler ve vadiler ötesinden diğer birçok cami ve külliye ile arasında görsel bağlantı kurulmuştur. Bizans şehrinin eski merkezi üzerine kurulmuş olan ve simgeler, biçimler, gereçler yoluyla tarihsel seleflerine ve atalara (Hazreti Süleyman, Süleyman'ın tapınağı ve Ayasofya gibi) göndermeler yapan külliye, ideal bir geçmişle bir bağ yaratıyordu.24 Antikasal yapısıyla ve kusursuz düzeniyle sonsuzluğu simgeliyordu.

Kente ve onun imparatorluk yaşam biçimine egemen olan bu koskoca Antika, aşağıya, çok yakın bir bedensellik ilişkisi içinde bireye kadar uzanıyordu. Duvarlarındaki çeşmelerde yıkanmak, alnını onun renkli halılarına koymak, onun aydınlık ortamında arınmak, dinin gereklerini yerine getirmekten daha fazla bir şeydi.

Hemen hemen minyatürlerdeki gibi, büyük pencerelerle çevrili bahçeye dönecek olursak, ağaçların ve çiçeklerin hafif rüzgâra çağırışını görmek insanı doğayla ilişkiye getirir, bütün sanatların bütünleşmesiyle, yaratışa korku dolu saygı duygusuna sokardı.

Süleymaniye ya da Selimiye gibi büyük yapıların içinde bile koskoca yüzeyler mukarnaslarla, pervazlarla, nişlerle, kapılarla ve pencerelerle şekiller ve örnekler oyunu içine eklemlenmiştir. Hem içerde hem de dışardaki cephe biçimleri birbiri içine akar, hacim kitleleşir, açılar kavisleşir. Minyatürlerdeki zenginliği ve şenliği yöneten ilke, mimari için de geçerlidir. İnsanın, yapının etkileyiciliği karşısında kendini kaybedeceği koskoca Antika, semavi bina, birden aşina uzamlar alanı haline gelir. Yüzeyler, yere yaklaştıkça küçülen kemerli bölmelerle parçalanır. Göz, kubbelerin, kavisli bankların ve köşe kemerlerinin birbiri içine aktığı, binanın yüksek kısımlarında, iyi belirlenmiş bir hacimden diğerine gezinebilir. İçine bir rahle yerleştirilmiş bir pencere kemerinde dinlenilebilir. Koskoca yapı, bir mekânlar kompozisyonudur.25

Tasarım ve düzenleme için genel bir kural olan simetri asla katı bir biçimde uygulanmaz. Çoğu kez külliyenin bir bölümü kural dışına çıkmış ya da bir kemer altına konmuş bir pencere ile ortadan kaymıştır. Burada kurallar yol göstermek için vardır, ama aynı zamanda şaşırtmaca ya da hareket yaratmak için onlara karşı da çıkılabilir. Uyumsuz bir pencere ya da kapı, boyutta farklılık gibi ayrıntıdaki ani değişiklikler, Antikaı daha aşina, daha yakın kılar.

Işığı renge, parıltıya ya da huzur verici parlaklığa dönüştürmek için onun bütün gücünden yararlanılır. Sayvan, her yanında ve her düzeyde pencerelerle saydam hale getirilir.

Işığın oyunu gün boyunca değiştiği için, yapı da ruh hallerini değiştirir. Soğuk mermerin heybetli, buyurgan görünüşü, ışığın ve rengin yüzeylere teması yoluyla değişir, yumuşar. Selimiye'nin avlusundaki özellikle sabah ve akşam saatlerinde parlaklaşan pembeler ve gülrenkleri yumuşar ve rahatlatıcı olur. Kalabalık bir ticari bölgenin ortasında bulunan küçük Rüstem Paşa Camii'nde, ikili sütunları ve çiçekli seramikli duvarlarıyla, yükseltilmiş avlu, bir bahçe gibi canlandırıcıdır.

Biçimde sabit ve değişken, zamanda gündelik ve sonsuz, uzamda ise sonsuz ve yakın olan zengin ölçekli yaşantılar, insanla yapı arasında uyuşmalar, anlaşmalar meydana getirmek üzere bir araya getirilir.

Duyarlık
16. yüzyıl Osmanlı kültürünün estetik karakterini anlamanın anahtarı, esas olarak onun, sanatların canlı, yaşanmış ve icracı yönü üzerinde ısrarla durmasında gizlidir. Estetik niteliği, kesin biçimde saptanmış, bitmiş ve değişmez bir şey olarak sınırlamadan kaçınması, anlatısal ve şiirsel tarzda yazılı metne karşı takındığı tavırda; içeriği bir kavram olarak soyutlaştırmaktan çok her durumda bir gelenek olarak, ayrı bir olay olarak yeniden yaratan belleği çalıştırıcı güçlere yöneltişinde açıkça görülür. Daha önce belirtildiği gibi, Osmanlı kültürü kesinlikle sözel bir kültür olmamasına karşın, sözel kültürlerinkine benzer bazı anlatım ve sanatsal üretim biçimlerini sürdürmesi, belleksel ve icracı niteliklere olan kuvvetli estetik bağımlılığını ortaya kor. Bunun içindir ki, onun estetik duyarlıklarını kesin olarak belirlerken aisthesis terimini kullanmak özellikle uygun görülüyor, Post-modern bilinç ve göndermeler bağlamında, aisthesis terimi soyut ve belirsiz görünüyorsa da, onu burada yalnızca algılanmış ya da 'estetik' şeyden çok 'denenmiş' ve 'yaşanmış' şey olarak tanımlamak yeterlidir. Tekniğin ve sanatın henüz birbirinden ayrılmamış yatkınlıklar olduğu bir kültürde, bu yaşanmış ve belleksel nitelik, insani üretimlerin kendi geleneklerini canlandırabilme, yeniden yaratabilme ve ona yenilikler getirebilme yoluydu.

Klasik Türk müziği örneği özellikle aydınlatıcıdır; onunla diğer sanatlar arasında koşutluklar çizilebilir. Cem Behar'ın son çalışması gösteriyor ki, bu müzik temelde modal ve doğaçlamacıdır. 20. yüzyıla kadar da, Batılılaşma eğilimleri karşısında bile yazılı olmayan geleneğini yitirmemiştir.26 Behar, bütün bunlardan ayrı olarak, notalamadan ve sabitleştirmeden kaçınmanın, müziğin her zaman duruma bağlı olduğu ve her durumda ayrı bir biçimde icra edileceği gerçeğinden kaynaklandığını ısrarla söylüyor. Bir yaratı olmaktan çok, büyük ölçüde belleğe ve geleneğe ve yaşanmış olan duruma bağlı bir yeniden-yaratımdı müzik. Değeri, asla onun sabit, durağan bir yapıt, bir 'Antika' oluşunda değil, her defasında biricik olan icrasındaydı. Bu tavır onu; ticarileşmeye, ticarileştirilmesine karşı koruyordu.27

Aynı tavır, her gerçekleştirmenin daha yakınına ulaşmaya çalıştığı bir idealin varlığı inancını da esinliyordu.28

Sinan'ın mimarisinin gücü benzer ilkelerin uygulanmasından geliyor. Tabii, mimaride belleksel olanın rolü, her gerçekleştirmeyle görülür biçimde azalmıştır. Sinan, temelde bazı kalıplar üzerine taslak yapıyordu; onun yaratıcılığı belli bölge ve koşullara göre bulabildiği değişik tiplerinde, her kalıba getirdiği biçimsel gelişmede idi. O, yeni bir uzam/zaman koşuluna göre bir geleneği yeniden yaratır, yeniden formülleştirirdi. Onun çoğu söyledikleri, tarih bilincini ortaya koymaktadır.

Günlük olanın, mimari ve kentsel ortamdaki ritüel ve tören yoluyla, Antikasal ve geleneksel olanla bütünlenmesi, yaşanan her ana bir teatral nitelik, bir oyun niteliği verir. Bu nitelik, düzenlenmiş bir çevreye rastlantı etmenleri olarak sokulan şaşırtıcı öğeler ve beklenmeyen kontrastlar yoluyla daha da artmış olur.

Fakat, 17. yüzyılla birlikte, mimari bu devingen süreçten ayrılmış görünüyor. Bundan sonra, çeşitlilik ve değişimden çok yerleşik norm serilerine rastlıyoruz sanki. Tabii, bunun nedenlerinden biri, başka olguların yanında, planın giderek daha çok kullanılması olmuş olabilir. Müzikte bu ancak 20. yüzyılda müzik notalarının basılmaya başlanmasıyla birlikte olmuştur (bu, Avrupa tonal sistemine uymayı zorunlu kılıyordu; klasik Türk müziğinin modal karakterine uymazdı). Aslında musikiyi katı ve biçimsel hale getirmekti bu.29

Minyatürlerde her sahne, farklı bir oyuncular grubu ile -çoğu kez iyi bilinen genel ya da tarihsel figürlerdir bunlar-, yeni deyim ve jestlerle canlanan bir anlatı tipinin tek değişkeni ve icrası olarak değerlendirilebilir. Şekillerin karmaşık birleşmeleri, uzam/yüzeyin tersine dönebilirliği, önplan/arkaplan ve ani yön değişikliklerinin devingen dokunuşu, anında duyusal etkiyi ve imgelerin katılımcı özelliğini yaratmaya yarar. Hikâye uzamda bir düzenlenme olarak değil, zamanda bir ardışıklık olarak okunur. Figürlerin düzeni ölçülebilir uzaklıklarda özel bir konumlandırılma olarak değil, daha çok zaman aralıkları olarak anlaşılmalıdır. Eğer niteliği kavrarsak, figürlerin tümel bir simetri içinde, simetrik olmayan düzenlemeleri, beklenmedik yığılmaları ve gruplaşmaları, hikâyenin zaman uzantısı içerisinde eşzamanlılaşmış olarak değerlendirilebilir. Hareketler, hatta yüz ifadeleri, olayların çözülmesinde bir tempo, belli bir hız kurabilir. Uzam, hareketin düzenlemeyle ve perspektifle ilişkili olarak anlaşılabildiği Avrupa resminde olduğu gibi, figürlere sabitlenmiş arkaplan değildir, uzam, yer ve figür daha çok zamanın hızına ve olayların geçişine göre kavranır ve ilişkilendirilir. Algılama, uzamdaki fiziksellikle sınırlı değildir, geçmişe ve geleceğe uzanır. Her eylem ve hareket, hikâyeyi geleceğe doğru uzatan ve onu ruhbilimsel olarak önceki ve sonraki sahnelere bağlayan bir gelecek olayın beklentisini yaratır.

'Canlı' olanın bu estetiğe girebilme olanağı varsa, bu da onun niteliklerini dolaysız duyusal girdiler olarak yaşamak, denemek yoluyla olacaktır. Katı biçimsel düzenler koymak, verili şeyleri katı kavramlarla değerlendirmeye çalışmak, onların, arkeolojisini günümüz tavırlarına uydurmaktan başka bir şey olmayacaktır. Böyle bir çerçeveden bakılınca, Osmanlı sanatı ve mimarisi uyumsuzluklarla dolu görünür. Osmanlı mimarisinin yıllar yılı yalnızca en belli Antikasal örneklerinde incelenmiş olmasının ve dural bir biçem olarak genelleştirilmesinin, kültürel bağlamınınsa yine katı ve değişmez bir şey olarak anlaşılışının nedeni budur. Batı değerlerinin Osmanlı kültürü üzerine baskısı, klasik Türk müziğini Batı normlarına göre değiştirme, bu yolla onun 'canlı', 'değişebilir' ve 'açık' niteliğini ortadan kaldırma sonucunu verdi. Aynı şey 18. yüzyıldan sonra Osmanlı mimarisinin de başına geldi. Fakat, çağdaş estetiğimizin ön yargılarını şimdilik bir kenara bırakabilirsek, 16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin sessiz resimlerini ve boş sahnelerini canlı icralar olarak düşlemeyi öğrenebiliriz.

Not: Osmanlı'da bariz olan hikâyenin çok zamanlı olarak resimde anlatılması ve de yazıya Allah, Peygamber ve Sultan'a atıflarla giriş aynı zamanda bir Ortaçağ özelliğidir.

İngilizceden çeviren: Mehmet H. Doğan



Notlar
1 Cornell H. Fleischer, Bureaucrat and Intelectualin the Ottoman Emprire - The Historian Mustafa Ali (Princeton University Press, New Jersey, 1986).
2 Dayızade Mustafa Efendi, Süleymaniye Kütüphanesi (Esat Efendi Kitapları, No. 2283, 1741), Zeki Sönmez, Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar-Belgeler (Mimar Sinan Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1988), 101-2.
3 Sinan'ın yapıtları üzerine metinler şunlardır: Yaklaşık 1586 ve 1587'de Sai Mustafa Çelebi'nin yazdığı Tezkîretü'l-Bünyan ile Tezkîretü'l-Ebniye; Sinan'ın ölümünden sonra bitirildiği ve şair Asari tarafından yazıldığı sanılan Tuhfetü'l-Mimarin; yazarı bilinmeyen, bitmemiş bir metin olan Risaletü'l-Mimariye; yazarı bilinmeyen Adsız Risale; şair Eyyubî'nin Padişahname'si ile Dayızade Mustafa Efendi'nin Selimiye Risalesi.
4 Orhan Şaik Gökyay, Risale-i Mimariyye -Mimar Mehmet Ağa Eserleri (Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya Armağan, Ankara, 1976).
5 Sinan üzerine metinlerin yazarları için bkz. Aptullah Kuran, Mimar Sinan (Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986); Rıfkı Melül Meriç, Mimar Sinan Hayatı Eseri (Türk Tarih Kurumu, Ankara 1965); Zeki Sönmez, Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar- Belgeler, Mimar Sinan Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1988).
6 Orhan Şaik Gökyay, Risale-i Mimariyye, 167.
7 Cem Behar, Klasik Türk Müziği Üzerine Denemeler (Bağlam Yayınları, İstanbul, 1987).
8 Behçet Ünsal, Topkapı Arşivinde Bulunan Mimari Planlar Üzerine (Türk Sanatı Tarihi Araştırmaları ve İncelemeleri, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, İstanbul, 1963), 197.
9 Gülrû Necipoğlu Kafadar, "Plans and Models in 15th and 16th Century Ottoman Architectural Practice", JSAH (Sept. 1986), 224-43.
10 Şerafettin Turan, Osmanlı Teşkilâtında Hassa Mimarları (Ankara Üniversitesi D.T.C. F. Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, sayı 1, 1963).
11 Cem Behar, Klasik Türk Müziği Üzerine Denemeler (Bağlam Yayınları, İstanbul, 1987), 19.
12 A.g.y., 84-87.
13 Zeki Sönmez'in Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar- Belgeler'inde. (Mimar Sinan Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1988), 21.
14 Eric A. Havelock, Preface to Plato (Grosset and Dunlap, New York, 1963), 238, 9.
15 Orhan Şaik Gökyay, Risale-i Mimariyye, 134.
16 Bkz. Sönmez, Tezkiretü'l-Bünyan, Mimar Sinan, 1988, 50.
17 Bkz. Rıfkı Melül Meriç, Tuhfetü'l-Mimarin, Mimar Sinan Hayatı Eseri, 51.
18 Bkz. Sönmez, Tezkiretü'l-Bünyan, Mimar Sinan, 1980, 40.
19 Roland Barthes, Metnin Hazzı, (Hill and Wang, New York, 1975), 53.
20 Jean-François Lyotard, La Condition Postmoderne (Les Editions de Minuit, Paris, 1979), 35-43.
21 Esin Atıl, Süleymannâme (Harry N. Abrams, New York, 1986), 65.
22 Osmanlı yazısının figüratif özelliğinden Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu söz ediyor. Türk Sanat Yazıları (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Tarihi Enstitüsü Yayını, Sayı 5, Mars T ve S, Ankara, 1958) 323-30.
23 Sinan 1490'dan 1588'e kadar yaşadı; bunun 1538'den 1588'e kadar olan yarım yüzyıllık bölümünde İmparatorluk Başmimarı görevini yaptı.
24 Gülrû Necipoğlu Kafadar, "The Süleymaniye Complex in İstanbul", Muqarnas 3 (1985), 92-117.
25 Türbeler için bkz. John Summerson, Heavenly Mansions (London, 1949). Aynı ilke 16. yüzyıl Osmanlı mimarisi için de geçerlidir.
26 Cem Behar, Klasik Türk Müziği, 19-20.
27 A.g.y., 71.
28 A.g.y., 70.
29 A.g.y., 89-90.

Barınma gereğinden doğan mimari, bölgelerin coğrafi koşullarına göre biçimlenmiş, çeşitlenmiştir. Buna bağlı olarak gelişen Ahşap işçiliği Anadolu'da Selçuklu döneminde gelişip, kendine özgü bir niteliğe ulaşmıştır. Selçuklu ve Beylikler dönemi ağaç eserler daha çok mihrap, cami kapısı, dolap kapakları gibi mimari elemanlar olup üstün işçilik içermişlerdir. Osmanlı döneminde sadeleşerek daha çok sehpa, kavukluk, yazı takımı, çekmece, sandık, kaşık, taht, kayık, rahle, Kur'an muhafazası gibi gündelik kullanım eşyaları ve pencere, dolap kapağı, kiriş, konsol, tavan, mihrap, minber, sanduka gibi mimari eserlerde uygulanmıştır.

Ağaç işçiliğinde kullanılan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül ağacıdır. Kakma, boyama, kündekâriz, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle işlenen ahşap eşyalar günümüzde de kullanılmaktadır. Bu teknikler Zonguldak, Bitlis, Gaziantep, Bursa, İstanbul-Beykoz, Ordu gibi illerde halen devam eden hammaddesine göre değer kazanan baston ve asaların kullanımı yüzyıllar boyunca sürmüş, 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Baston ve asaların sap kısımları; gümüş, altın, kemik, sedef gibi malzemelerden, gövde kısımları ise gül, kiraz, abanoz, kızılcık, bambu, kamış vb. ağaçlardan yapılmaktadır.

Müzik aletleri yapımı eskiden beri devam etmektedir. Bu aletler ağaçlar, bitkiler ve hayvanların; deri, bağırsak, kıl, kemik ve boynuzlarından yararlanılarak yapılmaktadır. Telli, yaylı, nefesli, vurmalı çalgılar olarak gruplandırılmaktadır.

ANTİKA EŞYALAR

Her eski eşya antika değildir. Eşyayı antika yapan;imal eden kişinin sanatı, ismi, bulunduğu memleketi hatta şehridir. Zaman ise daha sonraki bir konudur.

Örnek olarak Osmanlı döneminin en önemli sanat eserlerinden olan İZNİK çinileri dünyada en çok aranılan eserlerin başında gelir. 16. yy. dan başlayan tarihi bugüne kadar gelir. Bizim bildiğimiz son ustası ise İznik civarlarında yaşamakta olup mesleğini bırakmıştır. İznik çinilerinin en büyük özelliği;içinde bulunan "domates kırmızısı" tabir edilen renginin gerçek ustaların dışında hiç kimsenin yapamamasıdır.

Son usta ise bu renge hakim olup sırrını kimseye vermemiştir. Dolayısıyla onun 20.yy da yaptığı eserler de "Amel-i Faik" adı altında prim yapmaktadır. İşte sizlere antika eşyanın kısa bir değerlendirmesi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KORUMA PRENSİPLERİ

Tanımlar :

Madde 1- Tarihi antika kavramı sadece bir mimari eseri içine almaz, bunu yanında belli bir uygarlığın, önemli bir gelişmenin, tarihi bir olayın tanıklığını yapan kentsel ya da kırsal bir yerleşmeyi de kapsar. Bu kavram yalnız büyük sanat eserlerini değil, ayrıca zamanla kültürel anlam kazanmış daha basit eserleri de kapsar.

Madde 2- Antikaların korunması ve onarımı için, mimari mirasın incelenmesine ve korunmasına yardımcı olabilecek bütün bilim ve tekniklerden yararlanılır.

Amaç :

Madde 3- Antikaların korunmasında ve onarılmasındaki amaç, onları bir sanat eseri olduğu kadar, bir tarihi belge olarak da korumaktır.

Koruma :

Madde 4- Antikaların korunmasındaki temel tutum korumanın kalıcı olması, sürekliliğinin sağlanmasıdır.

Madde 5- Antikaların korunması, her zaman onları herhangi bir yararlı toplumsal amaç için kullanmakla kolaylaştırılır. Bunun için bu tür bir kullanımda antikanın planı, ya da bezemeleri değiştirilemez. Ancak bu sınırlar içinde yeni işlevin gerektirdiği değişiklikler tasarlanabilir ve buna izin verilebilir.

Madde 6- Antikanın korunması, ölçeği dışına taşmamak koşuluyla çevresinin de bakımını içine almaktadır. Eğer geleneksel ortam varsa, olduğu gibi bırakılır. Kütle ve renk ilişkilerini değiştirecek hiçbir yeni eklentiye, yok etmeye, ya da değiştirmeye yapılamaz.

Madde 7- Bir Antika tanıklık ettiği tarihin ve içinde bulunduğu ortamın ayrılmaz bir parçasıdır. Antikanın tümünün, ya da bir parçasının başka bir yere taşınmasına antikanın korunması bunu gerektirdiği, ya da çok önemli ulusal veya uluslararası çıkarların bulunduğu durumlar dışında izin verilmez.

Madde 8- Antikanın öğeleri sayılan mobilya, heykel, resim gibi süslemeler, ancak bunları korumanın başka çaresi yoksa yerlerinden kaldırılabilir.

Onarım :

Madde 9- Onarım, uzmanlar tarafından gerçekleştirilir. Amacı, antikanın estetik ve tarihi değerini korumak ve ortaya çıkarmaktır. Onarım kendine temel olarak aldığı özgün malzeme ile güvenilir belgelere bağlıdır. Faraziyenin başladığı yerde onarım durmalıdır; yapılması gerekli herhangi bir eklemenin mimari kompozisyondan farklı anlaşılabilmeli ve gününün damgasını taşır. Herhangi bir onarım işine başlamadan önce ve bittikten sonra, Antikanın arkeolojik ve tarihi bir incelemesi yapılır.

Madde 10- Geleneksel tekniklerin yetersiz kaldığı yerlerde, koruma ve yapım için bilimsel verilerle ve deneylerle geçerliliği saptanmış herhangi çağdaş bir teknik kullanılarak antika sağlamlaştırır.

Madde 11- Antika mal edilmiş farklı dönemlerin geçerli katkıları saygı görmelidir; zira onarımın amacı üslup birliği değildir. Bir antika üst üste çeşitli dönemlerin izlerini taşıyorsa, alttaki dönemleri açığa çıkarmak ancak bazı özel durumlarda yok edilen malzemenin önemi azsa, açığa çıkarılan malzeme büyük tarihi, arkeolojik, ya da estetik değer taşıyorsa ve korunma durumu böyle bir davranışı gerekli gösterecek kadar iyi ise haklı çıkarılır. İlgili unsurların öneminin değerlendirilmesi ile ilgili yargıyı ve neyin yok edileceği üzerinde kararı vermek, sadece bu işi üzerine almış kimseye bırakılmaz.

Madde 12- Eksik kısımlar tamamlanırken, bütünle uyumlu bir şekilde bağdaştırılmalıdır; fakat bu onarımın, aynı zamanda sanatsal ve tarihi tanıklığı yanlış bir biçimde yansıtmaması için, özgünden ayırt edilebilecek bir şekilde yapılmalı.

Madde 13- Eklemelere, ancak antikanın ilgi çekici bölümlerine, geleneksel konumuna, kompozisyonuna, dengesine ve çevresiyle olan bağıntısına zarar gelmediği durumlarda izin verilir.

Mevcut Eserler :

Madde 14- Antikaların bulundukları yerler, bütünlüğün korunması, sağlıklı kılınıp, yaşanır şekilde ortaya konması için özel bir dikkat gerektirir. Böyle yerlerde yapılacak koruma ve onarım çalışmalarında, daha önceki maddelerde açıklanan ilkelerden faydalanılır.

Bulgular :

Madde 15- Bulgular 1956 yılında UNESCO tarafından kabul edilmiş arkeolojik kazılarda uygulanması istenilen uluslararası ilkelerle tanımlanan kararlara ve bilimsel standartlara uygun olarak yapılır.

Mimari unsurların ve buluntuların sürekli olarak korunması için gerekli önlemler alınır. Bundan başka, antikanın anlaşılmasını kolaylaştıracak ve anlamını hiç bozmadan açığa çıkartacak her çareye başvurulabilir. Bütün yeniden yapılandırma işlemlerinden peşinen (a priori) vazgeçilmelidir. Yalnız anastylosis’e, yani mevcut fakat birbirinden ayrılmış parçaların bir araya getirilmesine izin verilebilir. Birleştirilmede kullanılan madde her zaman ayırt edilebilecek bir nitelikte olmalı ve bu, antikanın korunmasını sağlamak ve eski haline getirmek için mümkün olduğunca az kullanılır.

Yayın :

Madde 16- Bütün koruma, onarım ve kazı işlerinde her zaman çizim ve fotoğraflarla açıklık kazanmış çözüm getirici ve eleştirici raporlar halinde kesin belgeler hazırlanır. Temizlemenin, sağlamlaştırmanın, yeniden düzenlemenin ve birleştirmenin her safhası çalışma sırasında ortaya çıkan, tanımlanmış biçimsel ve teknik özellikler göz önünde tutularak raporda gösterilir. Bu belgeler gerekli resmi kurumların arşivlerine konulur ve araştırmacıların bunlardan yararlanmaları sağlanır. Bu raporların yayınlanması tavsiye edilebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MOBİLYANIN SANAT TARİHİ

İnsanlar ilk çağlarda taşa postlara otururlardı. Daha sonra ağaçtan veya çamurdan yaptıklarına oturmaya başladılar. İlk iskemlede eski Mısır’da bulunmuştur.

İlk çağlara ait yani M.Ö. 4000’li yıllara dayanan bir tarihe göre yapı işlerinde ahşabın yer aldığı belgelenmiştir. Bu belgeler göz önünde bulundurularak ağaçtan bazı yalın eşyaların yapıldığı varsayılabilir.                      

 Bu üç döneme ilişkin çok sayıda mobilya örnekleri günümüze kadar bozulmadan kalabilmiştir. Eski Mısır’da papirüs ve palmiye yapraklarından örülmüş yataklar üzerinde oturulur ve yatılırdı. Bu yataklar önceleri işlenmemiş ham ağaçtan lifle bağlanmış kaba yapılı işlerdi. Eski ve orta Krallıkta mobilya olarak sadece bu tip yataklar, tuvalet kutuları ve süs eşyası kullanılmıştır. Fakat yeni krallık döneminde mobilya özenle işlenmeye başlanmış, ayaklara boğa ayağı biçimi verilmiştir. Uzun kayıt uçları papirüs sapı şeklinde işlendi. Yüzeylere ince fildişi kakmalar yapıldı.Oturma mobilyasının başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber bazı eski mısır mezarlarında bükme ağaçtan ve papirüs örgülü hafif tabureleri firavunlar dönemi öncesinde kullanıldığı sanılmaktadır.Değişik dönemlerde tabure ve sandalyelerinde yükseklikler belirgin değişiklikler göstermektedir. Yeni krallıkta 25 cm’ ye kadar yüksekliği olan sandalyeler yaygın olarak kullanılmıştır. Aynı zamanda ördek başı şekilli tabureler de ilgi görmekteydi.

Yeni krallık döneminin sonlarına doğru sandalye yapımı büyük bir gelişme göstermiştir gerek ölçüleri ve gerekse biçimleri yönünden günümüz oturma mobilyasına çok benzeyen örnekler bırakılmıştır.  iki koltuk incelenirse bunların yaklaşık 3000 yıl önce yapıldığına inanmak çok güçtür.Burada tornanın eski Mısır’da ilk dönemlerden itibaren kullanıldığı belirlenmiştir. Eski Mısır’da sandalye ayakları aslanpençeleri kadar fil ayakları da kullanılırdı. Bazen de bu motifler karma biçimde yapılırdı.Sandalye veya mobilya tarihi Mısır’a dayandığı kadar Mısır’ın sürekli ilişkide bulunduğu Mezapotamya bölgesinde de bir mobilya tarihi mevcuttur.

           

EMPİRE (AMPİR) SANATI

            Napolyon döneminde gelişmiş bir sanat olduğundan “İmparator Stili” de denilmektedir. Bu stil savaş döneminde geliştiğinden savaşın izlerine rastlanmaktadır. Sanatsal değerden çok görkemlilik ön plana çıkmıştır. Yapıtlarda savaş sembolleri, balta, çapraz kılıç, gibi süslemeler işlenmiştir. Empire mobilya ağır, kübik ve masiftir. Kabul edilen tek eğri daire formudur. Oymalar yüzeysel ve kabacadır. Marketri de akaju üzerine limon çok kullanılmıştır. Başlık ve yüzeylerde bazen yıldızlı bronzdan bindirilmiş yumurta veya defne şeklinde gerdanlık bulunur. Fildişi kakmalı frizler, bodur ayaklar üzerine oturulmuş divan ve tabureler, yunan feneri taşıyan sehpalar, yeşil mermerden tablalı ağır konsollar ve yuvarlak masalar kayık ve anıt biçimli yataklar bu stilin en yaygın özellikleridir. Aşağıda ampire sanatına ilişkin örnekler verilmiştir.Empire sandalye ve koltuklarda ön ayaklar daire veya kare kesitli olarak  genellikle düzdür. Bazen dışa doğru hafif eğmeç alır. Ayak yüzeyleri oluksuzdur. Tabanda pabuçlar top ve aslan pençesi biçiminde şekillenir. Arkalıklar sırta uygun eğmeçtedir. Üst kayıt yunan “klismos” tipindedir. Kolçak destekleri çoğunluk Sfenks kuğu kuşu veya kartal kanadı şeklindedir. Aynı motifler masa veya dolap ayaklarında da görülür.      Empire mobilyayı bir cümle ile özetlemek gerekirse, neo klasik üslubun antik motiflerle kaynaştırılmasından oluşmuş değişik bir kompozisyondur denilebilir. Kolçaklı sandalye; tornalanmış konik ayaklar bilezikli fakat oluksuzdur. Empire stilinin en belirgin özelliklerinden biriside çoğunlukla kolçakların silindirik olması ve ön ayakla uyumlu bir şekilde birleşmesidir.

 

MEZAPOTAMYA TARİHİNDE

Mezapotamya’dan bugüne kalan eser ancak Asur Uygarlığında rastlanabilmiştir. Diğer uygarlıklarda Mezapotamya’da taş bulunmadığı için işlerini kerpiçle görürlerdi bu yüzden pek esere rastlanamamıştır. Asur mobilya sanatından günümüze kalabilmiş somut örneklerden birisi bronz sandalye olmuştur. Koçbaşı, aslanpençesi, yaprak taç, metal sarma ve kelepçe bu örnekte incelenebilir. Sandalyenin oturma yerinin bezle kapatıldığı veya bitki lifleriyle örüldüğü sanılmaktadır.

  Bu koltuklarda Asur mobilya sanatında metal aksesuar çok kullanılmıştır. Dövme demir bilezikler burada kullanılmıştır. Koltuk ayaklarına kozalak biçimi verilmiş olması bu şeklin o zamanlar tutulduğunu göstermektedir. Koltukların bir tür taht olarak kullanılma olasılığı yüksektir. Bu nedenle oturma yüksekliği fazladır.

Oturma mobilyaları M.Ö. 500 yılarında Yunanistan’ı ele geçiren Pers krallığında sandalye ve tabure tipi mobilya bulunmaktadır.

 

TÜRK SANATINDA

            Türk tarihinde mobilyanın geçmişi Osmanlının son dönemine kadar masa, sandalye, büfe, komodin, gibi alışılmış türden mobilyanın pek geniş kullanım alnı olmamıştır. Daha çok alçak sedirlere oturulmuş yer sofralarında yemek yenirdi. Osmanlının son dönemlerinde saraylara ve konaklara giren ve daha çok batıdan ithal edilen mobilya sonraları toplum yaşamında pirinç topuzlu metal karyola, kırma sandalye gibi türleri yer almıştır.

 

LOUİS PHİLİPE (LUİ PİLİP)STİLİ

            Bu stil döneminde rokoko stilinin asimetrik süslemeleri, keman biçimi koltuk arkalıkları, eğmeçli ayak ve kolçaklar geliştirildi. Ancak üslup bakımından tam bir bütünlük sağlanamadı.        Bu dönem mobilya sanatı XIX. Yy. mobilya çalışmaları modern stile bir geçiş yada yenileşme dönemi olarak nitelenmiştir. XIX. Yy. ortalarına doğru ağaç gövdeli ilk ağaç işleme makinalarının da bulunuşu ile mobilya alanında nitelik yönünden olmasa da nicelik yönünden bir gelişme görülmüştür. O döneme kadar sadece saray ve çevresine dönük mobilya gereksinimi, sosyal değişmeler ve ekonomik gelişmeler nedeniyle geniş halk kitlelerine yayılmaya başladı. Genel olarak Taşra Mobilyası diye adlandırılan bu çalışmalar Fransa’da provincial Almanya’da bauer gibi adlar aldı.

        Meşeden yapılmış olan sandalyenin ayakları daire ve sekizgen kesitli olarak hazırlanmış, başları silindirik torna edilerek altından kırlangıç kuyruğu kızaklarla birlikte delinen tablaya geçirilmiştir. Geçmeyi sıkıştırmak amacıyla tabla yüzünden kama çakılmıştır. Masif tablanın çalışması düşünülerek ayaklar ortaya yakın bağlanmış fakat alta doğru açılarak geniş bir dayanma yüzeyi oluşturulmuştur. Yine masif olan arkalık iki adet kamalı zıvana ile tablaya bağlanmıştır

     Eski çağlardan günümüze kadar biçim, gereç ve süsleme yönünden sayısız değişikliklere uğramıştır. Eski Mısır’da dört ayaklı tabure ikinci yarıda sandalyeye dönüşmüştür. Eski Yunan’da “klismos”  adı verilen uçları kıvrık ayaklı, sırt dayama yeri eğmeçli, yalın sandalyeler ortaya çıktı. Sonra sandalye ve koltuklar çeşitlendi; Louis stili sandalyeler gelişti. Giderek değişik ve karma üsluplarla sayısız biçimler ortaya kondu. Avrupa ve Amerika’da birbirine çok yaklaşan sandalyeler oluştu. Bunlar arasındaki farkın anlaşılabilmesi için aşağıda örnekler verilmiştir.

XIX. yy. sonlarına doğru makine sanayiinin gelişmesiyle sürekli üretim mobilyası yapımı için çalışılmıştır. Özelikle Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya’da sürekli üretim mobilyası olarak yapımına başlanan “hezaren” sandalyedir. Bu sandalyenin yapımına kamışların bükülerek ağaç lifleriyle örülerek yapılmıştır.Hezaren sandalye önce tornada yuvarlatılan çubukların buharda yumuşatılarak kalıplarda istenilen ölçü ve formda bükülmesiyle elde edilir. Bu parçalar cıvata ile birbirlerine bağlanır. Oturma kısmı ve arkalık prese edilmiş kontraplak veya sırımla örtülerek kapatılmıştır.  Ülkemizde de konutlarda ve özellikle kahvehanelerde kullanılan hezaren tipi sandalye sağlam, hafif ve ucuz olması nedeniyle çok tutulmuştur.

 

            RÖNESANS DÖNEMİNDE

            Rönesans döneminde mobilya açısından önemli gelişmeler olmuştur. Yapılan mobilyaların kapakları tam bir tablo özelliği taşımaktadır. Mobilya döşemesinde altın işlemeli iyi cins kadifeler kabartma deriler gümüş ve pirinç raptiyeler kullanıldı. Oturma mobilyasında çoğunluk alt kayıtla konstrüksiyon pekiştirildi.

            Günümüzde uygulanan ve marketri denilen kaplama kakmacılığının ilk örnekleri rönesans dönemi İtalya’sında görülmektedir. Rönesans sonuna doğru mobilyada oldukça büyük bir değişim görülür. İtalyan rönesansına ilişkin son dönem mobilyasından örnekler aşağıda görülme.        Düz çizgileri ve yalın biçimiyle çağının süs anlayışından çok uzaklaşmaktadır. Ayak bağlantısını pekiştiren dekupe alt kayıt Rönesans mobilyasında görülen bir özelliktir.Oturma tablasına kamalı zıvana ile bağlanmış tornalı konik ayaklar Rönesansın başlangıç çizgilerini, arkalık Bizans karakterini taşımakla karışık ve karma bir model görüntüsü vermektedir.

 Masif konstrüksiyon tekniğine dayalı kamalı zıvana ile bağlama yöntemi, günümüz orta Avrupa ülkelerinde taşra tipi mobilya olarak geçerliliğini hala korumaktadır. Sandalyelerde ayaklar oturma tablasına faturalı olarak geçirilmiş ve  kama ile pekiştirilmiştir. Bağlantıyı güçlendirmek yani zıvana boyunu arttırmak için alta takviye takozları konulmuştur. Arkalık dekupe oymalı olarak yine masif ağaçtan hazırlanmış ve hampaylı çift zıvana ile oturma tablasına geçirilerek alttan kamalanmıştır.

  İngiliz rönesansına ilişkin bir sandalyedir. Arkalık Bizans sandalyelerinde olduğu gibi dikey konumludur. Ayaklardaki spiral oymalar rönesans sanatında değerli bir mobilyaya uygulanan bir yöntemdir. Sandalye ölçü ve biçim yönünden dengeli ve uyumlu bir görünüm vermektediBarok Sanatı: Barok sanatı, rönesansın ilk yıllarında gelişmiş süslemesiyle olabildiğince şatafatla dönük bir sanat akımıdır.

            Barok sanatından etkilenen bir ülke olan Almanya’da Alman baroku iki sandalye aşağıda görülmektedir. Alman barokunda süslemecilikten çok eğri çizgiler ve kordonlar yer almıştır. Bu biçimde aynı dönemde Fransa’da gelişen Louis sitiline bir yaklaşım görülür. Arkalık ve kayıt altlarındaki dekupe biçimlendirmelerde Gotik sanatı çizgileri izlenebilir. Alman barokunun ilk çalışmalarının bir başka özelliğinde çok değişik ayak biçimlerine yer verilmiştir. Aşağıda bir örnek olarak Alman baroku bir koltuk görülmektedir Barok sanatının İngiltere’deki etkisi Alman barokundaki etkiye benzemektedir. Aynı eğmeçler; kordonlar ve hareketli biçimler burada da izlenebilir, Aşağıda İngiliz barokundan örnek sandalye ve koltuk örnekleri verilmiştir.

 

 

XIV. LOUİS STİLİ

            Oturma mobilyasında belli başlı değişiklikler ayakların eğmeçli, arkalıkların yanlardan düz, üstte çoğunlukla simetrik taçlı, köşelerde yuvarlak oluşudur. Ayakların üst kısmı kabartma yaprak oymadır. Kayıtların oymasında bazen simetri görülmez.Ön ayaklar altta salyangoz biçimi alır ve tabanda daralarak yuvarlak pabuç ile biter. Kolçaklar üç yönden de eğmeçlidir. Arkalıkların yanları düzdür. Köşelerde birer yuvarlar dirsekle dönüş yapar. Üst kayıtlar genellikle mitolojideki kupit yayı biçiminde eğmeçlidir.

 

ROKOKO SANATI

            XV. Louis döneminde benimsenmiş deniz kabukları ve çakıl taşlarından yapılan süslemeye verilen rokay adından türetilmiştir. Alman baroku’nun bir dalını belirtme içinde kullanılır.

 

           XV. LOUİS SİTİLİ

            XV. Louis stili Fransız rokokosu fantezi ürünü, düzgün olmayan şekillerle geliştir. Rokoko karışık ve dolanbaçlı çizgiler ve kabartmalı yüzeyler derin oymalar. Canlı ve kontrast renklerle göz kamaştıran, bir uslüp olarak mobilyaya yansıdıKayıtlar ayak eğmeci ile köşe yapmadan geniş bir yayla birleşir. Ön ve yan kayıtların ortasında simetrik taçlar bulunur. Kolçaklar üç yönden de eğmeçlidir. Kolçak üstleri hafif dolgulu olarak kumaşla kaplanmıştır. Arkalıklar yanlarda ve üstte uyumlu eğmeçlerle şekillenir. Arkalık ortasında çoğunluk simetrik bir taç b                                                                            

            Barok ve rokoko sanatının eğmeçli, derin oymalı, gösterişli yapısına karşın XVIII. Yy. sonlarına doğru, özellikle Fransa ve İngilterede bir tepki oldu. Bu tepkinin başlıca iki sebebi vardır;Klasik mobilya son yıllarda aşırılığa kaçan bir süslemeciliğe yönelmiştir. Ancak sarayın ve çevresinin isteğiyle uygulama alanı bulmaktaydı. Sanat çevreleri bu gidişin karşısına çıktı.Klasik mobilyada maliyet çok yüksekti. Oysa gelişen toplumun alt gelir düzeylerine de mobilya gereksinimi artmış daha yalın ve düşük maliyetli bir mobilya sitilinin geliştirilmesi zorunlu olmuştur   Bu nedenle Fransada XVI. Louis dönemi ve bu dönemi kapsayan Neo klasik dönemin temelleri atılmıştır.

 

            XVI. LOUİS STİLİ

            Bu stilin özelliği mobilya ayaklarının genellikle aşağı doğru daralan silindir biçiminde hazırlanmış boy yönüyle oluklar açılmıştır. Ayak süsleri karakesitli olarak biter. Ayak tabanları, bronz, pirinç veya bakır bileziklerle kaplıdır.

            Sandalye ve koltuklarda arkalık dolu veya kupa, yürek biçiminde karma görünümlüdür. Dolu arkalıkların üzerinde çoğunluk simetrik bir taç bulunur. Oymalar derin değildir. Ölçüler dayanımın gerektirdiği limite kadar inceltilmiştir. Ağaç kakma geçerlidir. Boya olarak koyu akaju ve bazende okside yaldız kullanılmıştır. Oturma mobilyası çiçekli ve manzaralı ipek kumaşlarla kaplanmıştır.

 

DİRECTOİRE(DİREKTUVAR) STİLİ

            XVI. Louis stili dönemi kapanmadan Direktuvar stili gelişmiştir. Bu stilin başlıca özellikleri kare görüntülerin ağır basması, sandalye ve koltuk arkalıklarının çok yalın ve az eğmeçli yapılması, kolçak uçlarının kare biçiminde bitmesi, süsleme motiflerinin az fakat zarif olmasıdır. Süsleme çoğunlukla beyaz veya açık gri lake üzerine yaldızlı işlenmiştir. Temel gereç olarak akaju çok kullanılmıştır. Direktuvar stili XVI Louis stilinden ampir (Empire) stiline geçişte bir ara dönem olarak nitelenebilir.

 

ESKİ YUNANDA

            Bu konuda bilinenler ozan Homeros’un, İlyada, Odysseia destanlarından edinilen bilgiye göre ev eşyası çok yalın ve sıradandır. Bulunan kalıntılardan sonradan çeşitlendiği ve sedir, üç ayalı sehpalar sonraları çok beğenilen ve Klismos adı verilen eğmeçli arkalıklı sandalyeler bu dönemde görülmektedir. Eski Yunanda M.Ö. 79 yıllarından bulunan kalıntılara göre bu yıllarda halkın ev eşyası olarak tunçtan yapılmış tabureler, üç ayaklı sehpalar, tunçtan çapraz ayaklı kapanır sandalyeler bulunmuştur. Sfenks başlı kolçakları, aslan pençesi şeklinde ayaklarıyla mermerden yapılmış yan ve arkalık yüzeyleri yılan ve yaprak motifleriyle özenle işlenmiş sandalyeler ve oturma mobilyaları görülür.

Roma imparatorluğunun yıkılışı ile Bizans imparatorluğu doğmuştur. Bizans sanatının Arap devletleri ve Türk beyliklerinden etkilendiği görülmektedir. VI. yy. sonra Bizans mobilyası biçimde oldukça basit fakat çok süslü işlenmiş olduğu görülmektedir.

  Taht görünümündeki bu koltukta arkalık düşey ve alçaktır. Ayaklar arası çoğu kez panolarla kapatılmıştır. İnsan ve hayvan başları ile antik sanatın uzantısı olan aslan pençesinin ve çapraz kayıtlar bu koltukta da vardır. Buna karşılık arkalık ve yanlıkların yeni gelişmeye başlayan arabesk üslubunun izleri de görülmektedir.

 

 

 

ROMA

Roma X. yy. sonuyla XII. yy. arası sanat ürünlerinin tümünü belirtir. Roma sanatı Avrupa’da Hristiyan ülkelere yayılmış ve benimsenmiştir. Ayrıca Batılı latin ülkeleri kapsar. Roma mobilyası, roma sanatının değişik ülkelere değişik biçimde uygulanmasından oluştuğu için bir üslup bütünlüğü göstermez.

Kayın ağacından  iki çift ayak, zıvanalı çerçeve biçiminde hazırlanarak ortadan kelebek somunlu cıvatalarla mafsallaşmıştır. Üst kayıtlara dolgulu deriden bir oturma ve arkalık çivilenmiştir. Arkalık çerçevesi içteki çiftinin üzerine zıvanalı boy ekleme yapılmış ayrıca arka kayıtın zıvanası ile kilitlenmiştir.

Bu örnek mobilya alanında tarih boyunca bir taraftan çok görkemli yapıtlar ortaya konurken yalın ve halk tipi mobilya ya giderek  gereksinim duyulmaya başlandığını kanıtlamaktadır.

 

ÇAĞIMIZ MOBİLYA SANATI

            XX. yy. mobilya çalışmaları modern ve kübik sanat anlayışına uyumlu olarak yürütülmektedir. Modern mobilyanın gelişiminde 1769’da buhar makinasının bulunuşu ile ağaç gövdeli makinalara geçildi. 1900’lü yılların başında ise metal gövdeli makinalar yapılmaya başlandı. Elektriğinde bulunmasıyla motorun işletilmesi makine endüstrisinde büyük bir aşama oldu. Makine toplum yaşamında oluşturduğu sosyal çalkalanma yanı sıra mobilya sanayiini de etkilemiştir .Bu gibi sebepler sonucu mobilya yeniden şekillenmiş ve bazı sadelik özellikleri almıştır. Modern mobilyada gövde bir prizma içine alınabilir. Gereksiz taşkınlıklar yoktur. Bölümlemeler bu prizma ile orantılı şekilde yapılır.

            Günümüzde mobilya gereksinimi o kadar artmıştır ki özellikle büro, hastane, otel, sinema, gibi yerlerde daha dayanıklı mobilya yapımı bir zorunluluk olmuştur. Bu zorunluluk son yıllarda metal iskeletli mobilyaya yönelişi hızlandırmıştır. Kare, dörtgen veya daire kesitli özel mobilya borusundan dolapların iskeleti, koltuk ve sandalyelerin ayakları kaynaklı olarak hazırlanmakta ve ağaç gövde bu çatkıya cıvata ile bağlanmıştır. Böylece genel kullanım yerlerine daha dayanıklı ve ucuz mobilya sağlanmış olmaktadır. Aşağıda metal ayaklı mobilyalar görülmektedir.

Çağımızda sentetik gereçler taşıma araçlarından giyime ve mutfak eşyalarına kadar hemen her alana yayılmıştır. Sonunda bu gerecin mobilyaya girmesi kaçınılmaz olmuştur. Son yıllarda özellikle İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde başlayıp giderek diğer ülkelere de  yayılan sentetik mobilyada üslup rasgele bir şekillendirmeden çok  KÜBİZM  denilen sanat akımından kaynaklanmıştır.

 

KÜBİZİM  

Kübizm 1906 yıllarında ortaya çıkmış ve resim, heykel gibi doğa biçemlerinin doğrudan doğruya taklidi dışında bir plastik olgu olarak ele alınan bir sanat akımıdır. Özellik olarak, köşeli şekiller, yuvarlak ve yarı geometrik kompozisyonlarla değişik yapıtlar ortaya kondu. Sanatçının amacı yeni bir ritme varmaktı. Bir takım kristal biçimler çiziyor, gazete, cam, kumaş parçalarından derleme yapılıyordu.

 

QUEEN ANNE (KUİN EN) STİLİ

            Bu sitilin özellikleri arasında, Kuın En stili bir geçiş ve araştırma döneminin izlerini taşır. Uslup yönünden tam bir bütünlük göstermez ancak barok ve rokoko stillerinin çok süslü biçimlerine karşın sadeleşme eğilimi ağır basar. Ayaklar  XV Louis stili eğmeçli ayakların benzeridir. Yalnız üzerlerindeki kabartma ve oyma süsleme ilk yıllarda bir ölçüde yer verilmişsede sonradan bu süslemelerde tümüyle atılmış ve ayaklar yalın bir durumda bırakılmıştır. Kayıtlardaki dekupe biçimlendirmeler çok sadedir, yalnız ayak eğmecine uygun bir form verilmiştir. Hatta bazı işlerde kayıt arkalıkları düz olarak hazırlanmış, eğmeçli ayağı geçişte uyum sağlamak için, köşelere birer takoz konulmakla yetinilmiştir. Sandalye ve koltuk arka ayağı uzantısı olarak, hafif ve iç bükey eğmeçler yükselmiş, üstte çeyrek daire şeklinde arka kayıtla birleşmiştir. Arkalık ortası çoğunlukla kupa benzeri tek bir dikey parçayla bölünmüş, parçanın ortasına bazen dekupe oyma yapılmıştır.

 

            GEORGİAN DÖNEMİ

            Bu dönem Kuin en döneminden sonra gelişmiştir. İsmi bu dönemlerdeki krallar olan George I. , George II., George III.’den ismini almıştır. Özellik olarak sadeliği, zerafeti ve sürekli üretime yatkınlığı ile günümüzde de uygulanan belli başlı dört mobilya stili ortaya koymuştur. Bu dönem mobilya sanatı açısından başarılı geçtiği için ALTIN Dönem olarak isimlendirilir.

 

           THOMAS CHİPPENDALE (Tomas Spendal)

            Bu dönemin özelliği; Kuin en stili ile benzerlik göstermesi, mobilyanın çok çeşitlenmesi, önceleri süslü ve eğmeçli yüzeylerin daha sonra düz ve yalın bir biçim alması, ananas kozası benzeri ayaklar da bir süre ilgi görmüştür.Hepsinde de ön ayaklar dikey konumlu, düz ve kare kesitlidir. Alt destek kayıtları çoğu kez yanlara konulmuştur orta ön ayaklar dikey konumlu, düz ve kare kesitlidir. Alt destek kayıtları çoğu kez yanlara konulmuştur ortadan bir ara kayıtla bağlanmıştır. Bu stilde konstrüksiyon sağlamlığına biçim kadar önem verilmiştir.

 

            GEORGE  HEPPLEWHITE(CORC HEPİLVAYT)

            Bu stilin bir özelliği mobilyada işlev ve estetik aynı derecede önem taşır. Bu tip mobilyalar daha yalın ve hafiftir. Ölçüler daha daralıp incelmiştir. Orantılar ve eğmeçler uyumludur. Süslemeler ölçülü ve zariftir. Önceleri Hollanda,İngiltere ve Fransa gotiklerinin etkisinde şekillendikten sonra bir bütünlük göstermiştir. Bu stilin en belirgin özellikleri incelik ve zarafettir. Ayaklar  daralma limitine kadar varan bir inceliktedir. Genel çizgiler ve süslemeler son derece zarif ve ölçülüdür.  Hemen hiçbir fazlalık ve gereksiz yüklemeler görülmez.

 

            ROBERT ADAM

            Özellik olarak bu stilde Pompadour’un etkileri fazlaca görülür. Görünüşte klasik detaylara önem verilmiştir. Mobilya hafif ve zariftir. Ayaklar düz veya eğmeli olup, antik motiflerle süslüdür. Düz ve eğmeçli çizgilerin kombinasyonunda ılımlı bir bağdaşma vardır.Ayak tabanları blok topuzlu veya dışa doğru az eğmeçlidir. Motiflerde ana tema yine Pompei klasiklerine dayanır. İtalyan sanatından aktarılan değişik konulardaki renkli resimlerde dolap kapaklarına kakma veya boya ile işlenmiştir.

 

            THOMAS SHERETON ( Tomas Şeraton )

            Özellikleri; ilk dizaynları XVI: Louis stili izler taşır. Yalnız genel ölçüler daha küçük, düz çizgiler daha çoktur. Başlıca özelikleri arasında yaylarla doğruların köşe yaparak birleşmesi, oturma bölümlerinin tablalarının dairesel yapılması, arkalık üst kayıtlarının düz veya köşelerde içbükey olması sayılabilir. Masa ve dolap üstlerinde desenli porselen ve çini plakalar da kullanılmıştır Arkalık dolguları genellikle, lir, marul yaprağı, çok boğumlu dikey silindirik çubuklar ve değişik geometrik süslemelerle kompoze edilmiştir.  Mobilyanın diğer bölümlerinde en çok kullanılan süsleme motifleri yıldız, deniz kabukları, yelpaze, disk, gonca güldür. Bunların yanı sıra evvelce gördüğümüz antik motiflere de yer verilmiştir.